Kendimi ifade ve eşya ile münasebetimi tayin ve kainattaki yerimi tespit gibi hususlar...*

Tuesday, February 14, 2012

Big Fish "I Don't Think I'll Ever Dry Out"

Romantizmin; (sosyal paylaşım sitelerinde gerçek zamanlı duyurulmak üzere) pahalı restoranlarda yenecek aksam yemeklerine, meyve buketleri, mumlar ve tektaşlara sıkıştırıldığı, bunlar olmaz ise sevginin(!) sorgulandığı bir Dünya’da sevgililer günü bu gün. Sevgili ile geçirilen zamanın aşırı planlı ve tek tip bir etkinliğe dönüşmesi sizi de üzmüyor mu, romantizmin özü kendiliğindenlikken? 

Neyse ben yine de, Dünya’nın en romantik filmlerinden Big Fish'ten en sevdiğim sahne ile sevgililer gününüzü kutluyorum:


not: Buradaki The Telegraph haberi de, eski olsa da bu güne yakışan güzel bir aşk hikayesi...

Sunday, March 06, 2011

Filmler arasi şık geçişler üzerine

Bu aralar sinemaya gidemiyorum. Zaman bulamadığım gibi bir de son yıllarda izlemeye gitmek için can atacağım filme çok rastlayamıyorum. Sinemaya gideceksem ilgimi çeken film, konuyu zaten belirlemiş olurdu. Şimdi evde izleyeceğim filmi seçmek ayrı bir iş oluyor haliyle. Ya bir yönetmene ya da oyuncuya takılıp gidiyorum ya da ruh halimin istikbalini her şeyin üzerinde tutarak karar veriyorum. İşte geçenlerde ardarda film izleme firsatı doğunca, ilginç bir şekilde izlediğim bir film diğer filmin konusunu belirler gibi oldu ve bu durum çok hoşuma gitti. Tabi bunda izledigim 4 filmin 3'ünün Werner Herzog' a ait olmasının etkisi vardır ama sayın Herzog'un film ve belgesellerinin konu çeşitliliğini düşünürsek, yine de bilinçli bir seçim zinciri kurmuşuz derim:

İlk film Restrepo adlı belgeseldi. Bir grup Amerikan askerinin, Afganistan'da sarp dağlarla çevrili acaip izole bir bölgede, Taliban'la mücadelesi anlatılıyordu. Belgeselcilerin vermek istedikleri izlenim bu muydu bilmiyorum ama, ben orada bulunmalarının kendileri için ne kadar anlamsız ve Afganistan halkı için ne kadar yıkıcı olduğunu düşünüp durdum. Oradan ikinci film olarak, ülkelerinden çok uzakta fütursuzca savaşmaya bayılan Amerikalı'ların Vietnam'daki maceralarına geçtik Werner Herzog'la. Rescue Dawn'da bu kez Vietnamlı'lar tarafından esir alınan bir Amerikan pilotu, esir kampından kaçmaya çalışıyor. Ama sorun oradan kaçmak değil, kaçtıktan sonra tek başına ormanda nasıl hayatta kalacağı. Buradan hemen Wings of Hope'a geçiyoruz. Bu belgeselde Vietnam değil ama Güney Amerika yağmur ormanlarında tek başına kalsanız nasıl hayatta kalabileceğinizi,  bunu bizzat başarmış bir ablamızdan öğreniyoruz. 1971'de bu ormana düşen uçaktan kurtulabilmiş tek kişi olan Juliane Koepcke'le sayın Herzog, ormanın derinliklerinde uçaktan kalanları buluyor ve kadının yaşadıklarını beraber anlata anlata ilerliyorlar. Ve sonunda bu stres dolu filmlerden kendimizi Güney Amerika yağmur ormanlarının guzelliğine bırakıyoruz diyecekken The White Diamond da bizi ters köşeye yatırıyor. Werner Herzog bu belgeselde uçak mühendisi bir tasarımcının yaptığı helyum uçagını, Guana'nın muhteşem ormanlarında uçurma çabalarını anlatıyor. Ama geçmişte sebep olduğu ölümcül hataların diyetini ödeyen bilim adamı ve onunla çalışan herkes deli olduğu için, bu film de bizi alıp bir bilinmeyene götürüyor. 

Wednesday, January 19, 2011

Ülkemiz Büyük Bir Oyun Yeridir.

Oğuz Atay'ın dediği gibi, ülkemiz büyük bir oyun yeri ve insanlarımız, aynı piyesi yıllardır aynı biçimde oynamanın yorgunluğu ve gerçeğe bir türlü benzetememenin bezginliği içinde. Olmuyor, düzelmiyor yıllardır...

Saturday, December 18, 2010

Hoşçakalın Bay Edwards


The Pink PantherThe PartyThe Return of the Pink PantherThe Pink Panther Strikes Again ve Revenge of the Pink Panther için size çok teşekkür ediyorum. Bir bakıma Peter Sellers'ı tanımama vesile oldunuz. Yıllardır, beni güldürecek bir şey aradığımda Clouseau'nun Kato'nun sırtında nunchaku patlatmasını izler buluyorum kendimi ki daha geçen hafta bu sebeple anmıştım sizi.  Mekanınız cennet olsun...

Movie Videos & Movie Scenes at MOVIECLIPS.com





Friday, October 22, 2010

X şehrinde en sevdiğiniz heykeller hangisi?

Ülkemin üçüncü büyük şehrinde doğup büyüyüp, üniversite yıllarını ikinci büyük şehrinde geçirip nihayetinde ülkenin bir çok insanı gibi en büyük ve en acaip şehrine yakınsamış biri olarak kendi cevaplarım var. Ama bu cevapları kolay vermedim. Size de soruyorum ama merakım hangi heykeller olmasından ziyade soruya cevap verme süreniz aslında.Çünkü ben düşünürken baya bir zaman geçti. Aha aha inanır mısınız o kadar çoklar ki en güzelini seçemedim demek ister deli gönül ama yok...  İzmir'i düşünürken ilk anda aklima heykel gelmedi, asıl buna inanin! Sonra kendime, Pınar Cumhuriyet Meydanındaki atlı Atatürk heykeli şu an ağlıyor biliyor musun diye çıkıştım. Ama işte sorun tam burdaydı. Benim heykel diye kastettiğim meydanlarda havuzlarla çevrelenmiş ya da kaidelerle yükseltilmiş dokunulamayan ulaşılmaz heykeller değil ki efendim! Ben yolda yürürken yanından geçebileceğiniz, heybet göstergesi olması gerekmeyen -evet anladınız- en klişe tabirle sanat için sanat olan heykellerden bahsediyorum. İşte onları hatırlamak zordu. Hafızamı yokladım,  sonunda buldum. Birinciliği Ankara kazandı. Başkent olmasındandır büyük olasılıkla, bende en akılda kalan heykeller orda, hesaba katmayacağım dediğim meydan ve Kurtuluş Savaşı temalı olanlar dahil:

Ankara'dan:
Madenci Heykeli


İnsan Hakları Heykeli (Fotoğraf bir protesto günü çekilmiş.)


Yukarıdakiler  Metin Yurdanur'un. ODTÜ Bilim Ağacı'na da duygusal olarak had safhada bağlıyım:



Bu ise heyula olanlardan en güzeli: Güven anıtı


İzmir'den:
Kordon (nispeten yeni):

İnönü ve Atatürk:


İstanbul'dan:
Bizzat görmediğim ama merak ettiğim Güzel İstanbul heykeli (politik kavganın ortasında kalmış sansürlenip Karaköy meydanından Yıldız Parkı'nın kuytularına atılmış güzellik):


Lütfi Kırdar Kültür Kongre Merkezindeki kadın heykeli:


İşte benim favorim: Kuşlar


Bu heykeli Atatürk Havalimani'na giderken Unkapanı civarında görüyorum. İstanbul Manifaturacılar Çarşısının duvarına monte edilmiş. Çok bakımsız, çok eskimiş ama çok dikkat çekici ve güzel. Kuzgun Acar kalbimi çaldın, ruhun şad olsun...

not: nasıl bulunur bir sponsor bu heykele bir bakım yaptırmak için düşünüyorum ciddi ciddi, fikri olan?

Monday, October 11, 2010

Yine Yeni Yeniden


Bu seneyi elimize yüzümüze bulaştırdık... 

Lise Tübitak biyoloji projem toksiklerin mısır tohumlarının büyümesine etkisiydi. Mısır tohumlarını sularken eser miktarda alüminyum iyonu içeren bir karışım ekliyorduk suya. Alüminyum iyonu suyla reaksiyona giriyor ve asidik bir ortam yaratiyor. Amacımız asit yağmurlarının etkisini anlamaktı. Miktar arttıkça tohumlar ya hiç filizlenmiyor ya da bodur kalıyordu. O zamandan beri hazzetmem, tırsarım alüminyumdan.  Macaristan'daki alüminyum fabrikasının sebep olduğu olayı duyunca resmen kanım dondu.  Canlı bir şey kalamaz orda. Ne olacak şimdi?

Saturday, September 25, 2010

Saturday, September 11, 2010

İstanbul Arkeoloji Müzesi'ne geç kalınmış bir ziyaret

Uzun zamandır gideyim, gidiyorum derken bir baktım İstanbul'da yıllarım geçmiş. Deniz sağolsun, sonunda şeytanın bacağını kırdım. Sultanahmet ve çevre semtlerinin o oryantal ve aşırı osmanlı atmosferi, fesli ve kazıkçı satıcıları beni pek açmaz. O yüzden bu müze benim için Sultanahmet'te bir vaha oldu. Müzenin ilk katıyla Osmanlı'dan Helenistik döneme ışınlanıverdik şaşkınlık içinde:

 

 

Tüm mekanı tek bir kişiye borçluyuz desek yalan olmaz. Osman Hamdi Bey'den allah razi olsun, müzecilik ve tarihi eserlerin korunması konusunda Türkiye hala adamcağızın bıraktığı mirası yiyor. O olmasa bu müzedekileri (mesela aşağıdaki Sidon kral nekropolünden çıkmış acaip güzel İskender lahiti gibi) ve mesela nemrut dağındaki tanrı başlarını yine dünyanın başka güzide müzelerinde görüyor olurduk. Tanımadan sevip sarılmak istediğim insanlardan biri kendisi.


Bol bol hayran kaldık:


Tahminimizden çok büyük bir müze olduğunu farkettiğimizde artık bizim için çok geçti. Bütün gün sadece ilk katı bitirebildik. Bu arada Deniz'le, deniz tanrısını da canlandırmaya çalıştık. Hoş ve saf bir çabaydı itiraf etmeliyim. Tanrılar kızsın diye bekliyorum hala...


Arayı açmadan üst katları da gezersek harika olacak. Ama sanırım en can alıcı olanlarını gördük. Ve bitmiş bir vaziyette akşamı ettik.

Tuesday, August 31, 2010

Berlinale hakkında

Isabella Rossellini bu sene jüri başkanıymış. Kendisini de annesini de çok severim. Aşağıdaki resmi de sen neymişsin dedirtti bana:


Bir diğer sevilesi sayılası insan Werner Herzog da (ki geçen seneki jüri başkanı oydu) açılışı yapacakmış. Grizzly Man, ve Encounters at the End of the World'den sonra artık gözümü karartıp Klaus Kinski'li filmlerini izlemeliyim diyorum. Bu noktada Klaus Kinski korkumu yenmek için Ahmet Cihat'a güveniyorum, beni yalnız bırakmayacaktır umarım.