Kendimi ifade ve eşya ile münasebetimi tayin ve kainattaki yerimi tespit gibi hususlar...*

Sunday, January 31, 2010

A long time ago...

Cnbc-e ve E2'de Star Wars etkinlikleri var. Yanlış sırayla veriyorlar, kaç kere izlediğimi hatırlamıyorum  vb. şeyler demiş olsam da geçen hafta bir baktım The Phantom Menace'ı izleyivermişim. Bu gün de Attack of The Clones var. Bu episode'u hiç sevmemiştim ama yine de izlemek istiyorum. Düşündüğümden daha çok seviyormuşum Star Wars'u. Sadece filmleri değil, bu filmlere yapılan göndermeleri de çok seviyorum. Dosyalarımı karıştırıken alttaki reklamı buldum, çok güldüm:


Ve şunu farkettim, episode 4,5 ve 6'ya eski üçlü diyoruz ama episode 1 çekileli de 10 sene olmuş. Annem'in dediği gibi günler değil ama yıllar çabuk geçiyor. Kaset denilen bir nevi müzik dosyalarımız vardı, kaset dolduran dükkanlar vardı. O kadar da eski degil gibi geliyor avunmak istiyorum ama kime göre neye göre:

Sunday, January 24, 2010

Uğur Mumcu


Tam 17 sene olmuş. Yine bir pazar günüydü. Ankara'da bu günkü gibi kar vardı. Bense İzmir'de, karı sadece televizyonda görmüş bir çocuktum. Kana bulanmis karı  da ilk o gün gördüm. Sinirleri bozulmuş ve üzülmüş anne ve babamı, televizyona endişeyle bakarlarken hatırlıyorum. Çok şaşırmıştım. Beni en çok şaşırtan ise bunun bekledikleri bir olasılık olduğuydu,  her gün Ugur Mumcu'nun, ailesini uzakta bekletip arabayı  yalnız başına çalıştırıyor olmasıydı. Bu nasıl bir hayattı? Madem biliyorlardı, o zaman neden kimse bir şey yapmamıştı? Polis yok muydu? O zaman bilmiyordum emniyet müdürlüklerinin bilseler bile suikastlere engel olmadıklarını. Hrant Dink suikastini beklemem gerekti bunu öğrenmek için.

Bu ülkede devamlı yaşanan kara komedilerden çok sıkıldım: Mehmet Ali Ağca adında bir katil var. Bu adam Türkiye'ye döndü. Tüm gazeteler, televizyonlar Ağca'ya boğuldu. Film, program, kitap teklifleri yağıyor şu aralar kendisine. Türkiye'nin yeni süperstarı o şu an. Bir de Uğur Mumcu adında bir gazeteci yazar var(dı). 17 yıl önce öldürüldü. Belli başlı tirajı yüksek gazetelerde haber bile olmadı bu gün. İlerici, hümanist, laik,  eşitlikçi, demokrasi savunucusu, tam bağımsız bir Türkiye'den yana ve tam da bu yüzden devlet içindeki devletleri araştırıp bulan bir adam(dı). Papa  Mafya Ağca adlı bir kitabı var. Ağca'yı, Abdi İpekçi suikastini, mafya bağlantılarını ve daha bir çoklarını somut kanıtlarla anlatıyor içinde. Biri 17 yıldır ölü. Diğeri öldürdükleriyle ünlü.

Papa Mafya Ağca kitabının arkasında ünlü hukukçu Hıfzı Veldet Velidedeoğlu'nun yazısı şöyle:
"Araştırıcı, yürekli, yiğit yazar Uğur Mumcu'yu, Ankara Hukuk Fakültesi'ndeki asistanlık döneminden beri bilirim. Önce yazılarını, birkaç yıl sonra da kişisel olarak kendisini tanıdım ve sevdim. Son yıllarda onun hiçbir tehdide kulak asmadan ve her türlü tehlikeyi göze alarak deştiği konulardan her biri, ülkemizin ve bütün dünyanın çıkarcılık kenetleriyle kenetlenmiş karanlık yüzlerini ortaya çıkaracak kapıları aralamaktadır. Kahramanlık yalnızca savaş cephelerinde olmaz. Kalemden başka silahı olmayan yazarlık ve gazetecilik alanında da olur. Bu, yadsınamaz. Alman filozofu Hegel'in şu sözünü hiç unutmamalı: 'Bir uşağa göre hiç kimse kahraman değildir; bu görüş dünyada kahraman bulunmadığını değil, onu söyleyenin uşak olduğunu gösterir.' "

Hegel'e karşı çıkmak haddime değil tabi ki, ama şunu söylemem gerek: Bana artık uşakların da kahramanları varmış gibi geliyor. Mehmet Ali Ağca ve Ogün Samast gibi.

Umarım huzur içinde yatıyorsundur Uğur Mumcu, ama sanmıyorum.

Monday, January 18, 2010

Karşılaştırmalı Anlamsızlıklar Fakültesi

Foucault Sarkacı'nı okumaya başladım. Başlar başlamaz, onlarca terim, özel isim ve latince cümleyle bakışıp kaldım. Çok ilginç ve okunması zor bir kitap. Hele adı geçen ve sizin anlamını bilmediğiniz her sözcüğün ne olduğuna bakmak isterseniz yandınız. Ama işin güzel yanı, kitap yine de sizi bağlıyor.

Baş karakterimizin beraber çalıştığı  yayınevi sahibi iki adam, Delto ve Diotallevi, yüksek öğrenimde bir devrim yapmayı planladıklarını iddia edip "işe yaramaz ve olanaksız konuların öğretildiği bir karşılaştırmalı anlamsızlıklar fakültesi"nden bahsediyorlar. Beni çok eğlendirdi bu düşünce, durup durup kendim de bir araştırma konusu bulmaya çalışıyorum.

Amaçları anlamsız konuların sayısını sonsuza dek arttırabilecek araştırmacılar yetiştirmek. Fakültenin tetrapiloktomiya gibi öğrencilere anlamsızlık duygusunu aşılayan ya da adynata gibi olanaksızlıklar gibi bölümleri var. Çingene kentbilimi, Aztek at yarışları, Mors biçim bilimi, Antartika'nın tarımsal tarihi, çağdaş sümer edebiyatı, sessiz film fonetiği, Kolomb öncesi uygarlıklarda tekerlek teknolojisi, sahrada kitle psikolojisi, devrim geleneği gibi onlarca araştırma konuları var.

Eğlenceli değil mi? Aztek at yarışları benim favorim. Ph.D. konumu değiştirmeyi düsünüyorum...

Whatever Works

Woody Allen, New York'a döndü nihayet. Senaryoyu 70'lerde yazıp rafa kaldırdığı için Woody Allen geri döndü demek yanlış olur ama bu halini daha çok sevdiğimden emin oldum. Larry David etkisi midir bilinmez ama sitcom tadındaydı. Canlandırdığı Boris Yelnikoff karakterini, ancak Woody Allen yaratabilirdi.



"My story is, whatever works. You know, as long as you don't hurt anybody. Any way you can filch a little joy in this cruel, dog-eat-dog, pointless, black chaos. That's my story."

Friday, January 15, 2010

Fevkalade memnunum dünyaya geldiğine

Nazım Hikmet bu gün 108 yaşında. 61 yıl süren hayatının en güzel yıllarını çok sevdiği ülkesinin hapishanelerinde, geri kalan yıllarını da başka bir ülkede o çok sevdiği ülkesini özleyerek geçirdi vatan haini olarak. Çok akıllı, gerçekçi, humanist ve belki de en önemlisi hep umut doluydu. Doğum gününe yakışan bir şiiri var aşağıda:

Fevkalade memnunum dünyaya geldiğime
Fevkalâde memnunum dünyaya geldiğime,
toprağını, aydınlığını, kavgasını ve ekmeğini seviyorum.
Kutrunun ölçüsünü santimine kadar bilmeme rağmen
ve meçhulüm değilken güneşin yanında oyuncaklığı
dünya, inanılmayacak kadar büyüktür benim için.
Dünyayı dolaşmak,
görmediğim balıkları, yemişleri, yıldızları görmek isterdim.
Halbuki ben
yalnız yazılarda ve resimlerde yaptım Avrupa yolculuğumu.
Mavi pulu Asya'da damgalanmış
                                                  bir tek mektup bile almadım.
Ben ve bizim mahalle bakkalı
ikimiz de kuvvetle meçhulüz Amerika'da.
Fakat ne zarar,
Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar
her mili bahride, her kilometrede dostum ve düşmanım var.
Dostlar ki bir kerre bile selâmlaşmadık
aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz.
Ve düşmanlar ki kanıma susamışlar
                                              kanlarına susamışım.
Benim kuvvetim :
bu büyük dünyada yalnız olmamaklığımdır.
Dünya ve insanları yüreğimde sır
                                ilmimde muamma değildirler.
Ben kurtarıp kellemi nida ve sual işaretlerinden,
büyük kavgada
                          açık ve endişesiz
                                                    girdim safıma.
Ve dışında bu safın
                    toprak ve sen
                             bana kâfi gelmiyorsunuz.
Halbuki sen harikulâde güzelsin
                             toprak sıcak ve güzeldir.  

Yıllar sonra "Mavi pulu Asya'da damgalanmış" bir mektup almış olduğunu görmek buruk buruk sevindirdi beni. Hiroşima'da ölen çocuklar için yazdığı şiir için, teşekkür mektubu gelmiş Japon çocuklardan.

Monday, January 11, 2010

Bashir'le Vals

House M.D. son sezonunda. Bitmesine yakın bir arayış içine girmiştim, onun gibi yıllarca bırakmayacağım bir dizi bulsam diye. Sonra dizi aramamın gereksiz olduğunu farkettim, çünkü film izlemek varken neden böyle fani bir arayış içindeyim ki diye düşündüm. Ömür biter, film bitmez. Hem de aralarında henüz izlemediğim yüzlerce  harika film olduğunu düşündükçe iyice heyecanlandım. Bir  engel çıkmadığı sürece, her hafta en az bir film izleyeceğim. Beğendiklerimi de burada afişe edeceğim. Roger Ebert'in tavsiyelerinden ikisiyle başladım bu hafta, ama sadece biri burada anlatılmaya hak kazandı. Film, Ebert'in 2009'un en iyi animasyon filmleri listesindeydi, görüp afişine kapıldım. Filmi buldum, izledim ve filmden tam manasıyla dayak yemiş gibi çıktım.



Lübnan iç savaşında İsrail ordusunda görev yapmış ve artık yaşlanmış bir yönetmenin bilinç altına atıp unuttuğu geçmişini arayışını izliyoruz. Film, savaştan bir haber genç bir insana üniforma giydirip savaşmasını söylediğinizde, o gencin dünyayı nasıl gördüğünü anlatıyor başından sonuna kadar. Ama film bir belgesel. Röportajlar giriyor araya. Gerçekler anlatılıyor, gerçekten yaşayan muhabirler, askerler ve siviller tarafından. Sonunda, filmi iyi ki animasyon yapmışlar, gerçek başka türlü anlatılamazdı diyorsunuz. Gerçeklerden nefret ediyorsunuz, savaştan ve insanın insana yapabildiklerinden tiksinerek.

Thursday, January 07, 2010

Dubai: yükselen değer

Geçtiğimiz günlerde dünyanın en yüksek binasının açılmasıyla hatırladığım Dubai üzerinden yaşamımızı ve onu algılayış şeklimizi yine düşünür oldum. Dubai'de geçen sene aktarma sebebiyle toplam 7-8 saat kadar bulundum. Havadan ilk gördüğümde kanımı donduran ve asla unutmayacağım bir silueti vardı şehrin. Fotoğraf biraz olsun hislerime tercüman olabilir belki. Dümdüz, hiç bir eğimin olmadiği bir yer kabuğunun üzerinde uzanan uçsuz bucaksız çölün kıyıya yakın yerlerinde; küçük kabartılar, şehrin merkezinde farklı boylarda onlarca metal dikene dönüşüyordu. Deniz ise manzarayı serinletemiyordu çünkü üzerinde devam eden doldurma çalışmalarından kaçan toprak, suyu bulanıklaştırıyordu. Sanki kıyamet sonrası yapılmış bir şehirdi. Henüz açılan Burj Dubai o zaman yapım aşamasında olduğundan tepesi  yıkılmış gibi görünüyordu ve daha da sinir bozuyordu. Garip ve boğucu sıcaktan, alışveriş merkezleri vb. kapalı mekanlara ve klimalara teslim olmuş bir yaşam şeklinden bahsetmeyeceğim bile.



Ama bir çok insan Dubai'ye baktığında bunları görmüyor, çünkü günümüzde Dubai'de alışveriş yapmak, tatile çıkmak hatta orada yaşamak bir "ayrıcalık", bir övünç kaynağı olarak gösteriliyor (Örneğin, Burj dubai ya da diğer adıyla Burj Khalifa açıldı. Her yerde haberi çıktı ama kimse ne kadar çirkin olduğundan bahsetmedi.). Öyle ki bir yerden sonra insanlar kendi yargılarını bir kenara bırakıp kapılıyorlar, anlatılanlar onlar için artık gerçek oluyor ve bu gerçeği yaşıyorlar. Kimse ne başka birine, ne de kendisine yalan söylüyor. Evet onlar için Dubai gerçekten güzel bir şehir oluyor. Bu insanlara şunu sormak istiyorum: Dubai Arabistan yarımadasında "nispeten" yaşanabilir bir kaç sayılı şehirden biri olabilir, ama bu özellik bir şehri güzel yapar mi? Övünülecek bir şey  mi vardır ortada?
Vuitton çanta sevdalısı bir bayanın hafızasından vuitton çantaların ne kadar ünlü olduğu bilgisini ve o kült desenini silsek ve tekrar göstersek sever mi acaba ya da verir mi binlerce dolar? İşin kötüsü , Dubai bir vuitton çanta bile değil, vuitton en azından oldukça "kaliteli".
Bu gün Ahmet Cihat harika bir link gönderdi izlemem için. Hayatımızı nasıl yaşıyoruz sorusundan daha temel bir sorudan bahsediyor bu şarkı: Ne olduğumuz sorusu bu. Bu sorunun cevabı hayatımızı nasıl yaşayacağımızı da belirleyebilir. Belirlemeli de. Aşağıdakini dinlerseniz Dubai konusunda beni daha iyi anlarsınız. Dubai "doğal biz"e, varoluşumuza uymuyor. Home belgeselinde söyledikleri gibi, 12 ay 12 saat güneş alan ama tek bir güneş paneli olmayan bir şehir Dubai. Hala fosil ve para yakıyor cayır cayır...


not: Hayran olduğum ve çok kıskandığım 3 harika insanı toplamışlar. Sagan'ın şıklığı, Attenborough'nın dansı ve Goodall'ın güzelliğine söyleyecek söz bulamıyorum.